|
24/8/2000
Sapan
Adam
günlük gazetesini okurken bir taraftan da dünyada artan şiddet
olaylarını düşünüyordu. Birkaç gün önce Amerika’da küçük
bir çocuk öğretmenini vurarak öldürmüş,bu günkü gazetede
de Türkiye’de yaşanan benzeri bir olaydan söz ediliyordu. Bu
hayra alamet bir gelişme değildi. Toplumun değer yargıları değişiyordu.
Fatih sultan Mehmet’in kaftanı hocasının atının ayağından
sıçrayan çamurla kirlenince,hocanın ve efradının telaşlandığını
gören Fatih,hocamın atının sıçrattığı çamur kaftanımda
gül olur diyerek hocasına duyduğu saygıyı göstermişti.
Atalarımız
“ Bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum
“ sözünü boş yere söylememişlerdi. Demek ki toplum
artık bu değer yargılarından uzaklaşıyordu. Yukarıda sözünü
ettiği ata sözünün kendini nasıl frenlediğini düşünen
adamı hatıraları kırk yıl öncesine götürdü.
İlk okul 4. Sınıfta başından geçen olaylar bu günkü gibi taze
duruyordu hafızasında. İlk okul 2.ve 3. Sınıfı Malatya’da
Fırat ilk okulunda okumuş,4. Sınıfa geçmişti. 1959
senesiydi. sene okul tadilata girdiğinden 4. Sınıfın ilk yarısının
bir kısmını ticaret lisesinde okuyacaklar,okulun tadilatı
bitince tekrar çarşı içindeki
kendi okullarına döneceklerdi. Fırat okulu eski bir
handan bozma çok güzel bir okuldu. İki katlı katlı bir binaydı.
Cümle kapısından girince ortada geniş bir avlunun etrafına
dizilmiş odalar sınıflara dönüştürülmüştü. Otantik büyülü
bir havası vardı. Geçen sene Aşık Veysel gelip yukarı kat
balkonundan avluda toplanan çocuklara şahane bir müzik ziyafeti
vermişti. Bu manzara çocuğun hayatı boyunca bu okulla özdeşleşen
olaylardan bir kaçıydı. Unutamadığı bir olayda okulun
avlusunda okul müdüründen tüm öğrencilerin gözü önünde
yediği dayaktı. Dayağı belki hak etmişti ama o kadar vahşi
olmayabilirdi. Ancak olmuştu bir kere.
Meydan dayağına giden olaylar zinciri şöyle gelişmişti. Okulları
tadilatta olduğu için ticaret lisesinde eğitimlerine devam
ediyorlardı. Bir gün hava aniden karardı,sonra sapsarı bir gök
yüzüne dönüştü ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya
başladı. Sanki havadan çamur yağıyordu. Dersler bittiğinde böyle
bir tabiat olayını görmemiş olan çocukların geneli,ıslanacaklarına
aldırış etmeden evlerinin yolunu tuttular. Ticaret lisesi
Malatya’nın meyilli bir konumuna inşa edilmiş bir mektepti.
Tepelerden gelen yağmur suları sokakları ve kaldırımları
nehire çevirmiş,su diz boyuna doğru yükselmişti. Çocuk ve
arkadaşı Münir aynı mahallede oturuyorlar,kafaları bir
birlerine uyuyordu. Çocuk arkadaşından daha atak ve afacan olduğundan
arkadaşına garip bir teklif yaptı. Bu fırsatı bir daha
yakalamaları zordu. Okul çantalarını altlarına koyup,yağmur
suları ile yokuştan aşağı sürüklenmek değişik bir anı
olabilirdi. Arkadaşı da ona uydu,birlikte yağmur suları ile sürüklenmeye
başladılar. Tam olayın zevkine varmaya başlamışlardı ki, çocuk
ileride giden Sumru’yu gördü. Sumru sarışın kendi yaşlarında,
aynı okulda okuyan bir subay kızıydı ve Malatya’ya 2 sene önce
tayinleri çıkmıştı. Kıza bir çok yaşıtı aşıktı. Çocuğun
aklında o an parlak bir fikir doğdu. Sürüklenip giderken
Sumru’ya çarpıp onu kucağına oturtacak ve buna sürüklenmenin
sebep olduğu bir kaza süsü verecekti. Nitekim düşündüğünü
de yaptı. Kız o hengamede çocuğun kucağına oturmuştu.
Araya hafta tatili girmiş ,hafta başı esas okulları olan Fırat ilk
okulu tekrar eğitime açılmıştı. Tüm çocuklar yenilenmiş sınıflarına
neşe ile girdiler. Derslerin bir yarısında çocuğun okuduğu sınıfın
kapısı açıldı. İçeriye baş öğretmen Sumru ile beraber
girerek kendisini kucağına oturtan çocuğu gösterdi. Anlaşılan
Sumru’nun anası ,babası durumu müdüre şikayet etmişlerdi.
Müdür çocuğu avluya çıkardı,savunmasını bile almadan tüm
derslikleri sınıf dışına balkonlara ve avluya çıkardı. Çocuk
sucunun ne olduğunu sezmiş olayın kaza ile meydana geldiğini
dili döndüğünce anlatmaya çalışıyordu. Ancak müdür bu
kaza hikayesini bir türlü dinlemek niyetinde görünmüyordu.
Dayak başladı,çocuğa sille tokat bir güzel girişti. Çocuk
dayağın ne kadar sürdüğünü hatırlamıyordu ancak duyduğu
kin ve arkadaşları karşısında duyduğu
utanç hafızalarından hiç çıkmadı.
Baş öğretmen de çocuğun oturduğu hükümetin arkasındaki Ferhadiye
mahallesinde oturuyordu. Okulların tatil olacağı yaz aylarına
doğru,baş öğretmenin tayininin Kıbrıs’a çıktığı
mahallede duyuldu. Öğretmenin evi çocukların genellikle oynadığı
ve tarla diye adlandırdıkları hükümet konağının arkasındaki
meydana bakıyordu. Bu meydanın etrafında akasya ağaçları
vardı . Öğretmenin evinin yakınında bulunan akasya ağacına
mevzilenerek,öğretmenin kafasına bir sapan taşını giderayak
kondurmak fikri ile çocuk yanıp tutuşmaya başladı. Bu
maksatla bir çok kere prova yaptı. Ne zaman taşınacaklar,ne
zaman yola çıkacaklar diye tetikte beklemeye başladı. Evi terk
edip yola çıkacakları zaman fayton çağıracaklar,ya faytonda
,ya da evin eşiğinde işi bitirecekti.
Beklediği an gelmiş,okullar tatile girmiş,hocanın ayrılık vakti
gelmişti. Durumu kollayan çocuk akasya ağacının sık
yaprakları arsına mevzilenmiş,fayton çağrılmış,hoca eşiğe
çıkmıştı. Çocuk sapanını
doğrulttu,lastiklerini gerdi tam taşı bırakacakken birden “
bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum “ ata sözü
aklına geldi . Sanki o an birden elleri donmuş,kaskatı kesilmişti.
Gerçi baş öğretmen onun öğretmeni değildi ama öğretmenlerin
başıydı. Öğretmene saygısızlık yapmak kitaba sığmıyordu.
Birden yüreğindeki kin sevgiye dönüştü,utançla yaptığı işten
vaz geçerek sapanını cebine koydu. Farkında olmadan dudaklarından
“ Güle Güle öğretmenim “ lafları
dökülmüştü.
Erdoğan ıldız
|